hikaye168

PADİŞAHIN ÜÇ OĞLU



Bir padişahın üç oğlu vardı. Üçü de anlayışlı, görgülüydü. Her biri öbürlerinden daha değerli, cömertlikte yiğitlikte, savaş eri olmada öbürlerinden üstündü. Şehzadeler, padişahın tapısında toplandılar. Adeta padişahın iki gözünün nuru üç tane mumdular. Babanın ağaca benzeyen vücudu, gizli bir yol vasıtasıyla oğul’ un iki gözünden su alır, gıdalanır. Oğuldan coşan bu kaynak ananın, babanın bahçelerine kadar akar gider.

Anayla babanın gönül ve hayat bahçeleri bu suretle yeşerir, tazeleşir. Onun gözleri, bu iki ırmak yüzünden yaşarır, gözyaşı döker. Kaynak hastalanıp kötüleşirse o ağacın dalları yaprakları da kurur. O ağaç kurumaya başlar, çünkü oğulun vücudundan sulanıyor, gıdalanıyordu. Nice böyle gizli su yolları vardır ki ey gafiller, sizin canınıza ulanmıştır.

Gökten, yerden nice sular çektin de vücudun böyle semirdi. Fakat bu iğretidir. Az, az sıkıştırmak gerek. Çünkü elde edilenin bırakılması lazım. Yalnız Tanrı’nın “Adem’e ruhumdan ruh üfürdüm” dediği varlık yok mu? O kalır işte. Sen de ruha bak, başkaları beyhudedir. Fakat bu beyhude sözünü, cana ruha nispetle söylüyorum, her şeyi sağlam bir surette yapan sanatkara Tanrı’ya nispetle değil ha!

Her şeyin aslı olan kaynak coşar da seni bu su yollarına muhtaç etmezse ne mutlu! Sen yüzlerce kaynaktan su içmedesin. O yüz kaynaktan ne kadarı azalırsa sendeki hoşluk da o kadar azalır. Fakat içerden bir güzelim kaynak coştu mu seni başka kaynakları gözlemekten kurtarır. Gözünün nuru balçıktan oldu mu onun sana vereceği şey de ancak gönül derdinden ibarettir.

Kaleye dışardan su gelirse emniyet ve barış zamanında iyidir ama düşman geldi de kaleyi çevirdi, kaledekiler kanlarına battılar mı düşman askeri dışardan gelen suyu keser, kaledekilerin o suya güvenmemelerini temin eder. İşte o zaman kale içindeki bir acı kuyu dışarıdaki yüz tatlı ırmaktan daha iyidir.

Sebepleri kesen ecel ve ölüm askeri de kış gibi dalları yaprakları kesmeye gelir. O zaman ağaçlara bahar, yardım edemez. Ancak iç alemindeki sevgilinin bahara benzeyen yüzü yardım eder. Onun için şu toprak yeryüzüne” Gurur, aldanış yurdu” denmiştir. Çünkü göçme çağına ulaştın mı senden ayağını çekiverir. Ondan önce senin sağında, solunda koşar, senin derdini ben alırım, senin yerine ben dertlenirim derdi. Bir şey almadı ya!

Gam zamanlarında sana senden gam ırak olsun, gamla aranda on dağ bulunsun derdi. Fakat elem ordusu geldi de ağzını kapattı mı, seni görmüşlüğüm var bile demez. Tanrı şeytan içinde bu çeşit bir örnek gösterdi. Hilelerle seni savaşa sokar. Ben seninleyim, sana yardım eder, tehlikelerde senin önüne ben düşer, tehlikeye ben koşar, göğüs gererim. Oklara siper olur, dara düştün mü seni kurtarırım.

Senin sürçtüğün yerde ben canımı feda ederim. Sen bir Rüstem’sin, bir Aslansın. Yürü ercesine karşı dur. Diyerek bu işvelerle seni küfür yoluna getirir, o hile, düzen çuvalına sokar. Fakat ayağını attın da hendeğe düştün mü ağzını açar, kahkahayla gülmeye başlar. Sen aman yahu dersin, gel ümidin sende. O hadi der, git, ben senden bıkmıştım zaten.

Tanrı’nın adaletinden korkmadın, bense korkarım. Ellerini çek benden! Tanrı da onda zaten iyilikten eser yoktur. Şimdi bu hileyle nasıl, nerede kurtulacaksın? Dedi ya. Hesap gününde yapanın da yüzü karadır, yapılanında. İkisi de taşlanırlar. Adalet bakımından yol kesen de uzaklık kuyusundadır, yol yitiren de ve o azap yurdu, ne kötü bir yatılacak yerdir. Yolunu azıtan aptal da kurtuluştan ümidini kesmeli yol azdıran da!

Burada eşek balçığa saplanmıştır, eşekçi de, burada da gaflettedirler, orada da çamura saplanır kalırlar. Ancak geri dönenler, ondan vazgeçenler ayrı. Onlar güz mevsiminden çıkar, Tanrı’nın lütuf ve ihsan baharına ererler. Tövbe ederler Tanrı da tövbeyi kabul eder. Onun buyruğunu tutarlar ve o, ne güzel bir buyruk sahibidir.

Pişman oldular da inlemeye başladılar mı suçluların iniltisinden arş bile titrer. Hem de ananın çocuğunun üstüne titreyişi gibi. Onların ellerini tutar, onları yücelere çeker. Tanrı der, sizi aldanmadan, ululanmadan kurtardı, işte ihsan bahçeleri, işte suçları örten, yargılayan Tanrı! Bundan böyle size ebedi ve tükenmez rızıkla azık tanrı havasından gelir, damdan, oluktan değil. Deniz bütün vasıtaları, gayretinden kaldırdı, bizzat kendisi lütfe ihsana başladı mı artık susuz da balık gibi elindeki maşrapayı terk eder.

O üç oğlan da babalarının ülkesinde seyahate çıkmayı kurdular. Divan ve geçim işlerini düzene koymak üzere babalarının şehirlerini kalelerini gezip dolaşacaklardı. Padişahın elini öpüp vedalaştılar. O emrine itaat edilir padişah onlara dedi ki“ gönlünüz nereye isterse varın. Allah’a emanet. Elinizi, kolunuzu sallaya, sallaya gidin. Yalnız “ Hüş-rüba- Akıl kapan” derler bir kale vardır. Orada nice erlerin kaftanı, bedenine dar gelir. Sakın oraya gitmeyin.

Allah aşkına olsun sakın “ Zatüssuver- Resimli “ denen kaleye varmayın. Oradan uzak olun, tehlikeden korkun. O kalenin yüzü, arka tarafı, burçları tavanı döşemesi hep insan resimleriyle bezenmiştir. Yusuf dalıp baksın diye Zeliha da odasını resimlerle bezemişti ya hani. Yusuf, ona bakmadığından o da hileye başvurmuş, odayı kendi resimleriyle doldurmuştu.

Güzel yüzlü Yusuf, nereye bakarsa elinde olmaksızın onun yüzünü görsün diye böyle yapmıştı. Tanrı da gözü aydınlar için altı tarafı da delillerine mazhar etti. Her hayvan her bitki nereye baksa nereye varsa Tanrı güzelliğini görsün; ondan gıdalansın dedi. Onun için o oraya “ Nereye dönersiniz Tanrı yüzü var” buyurdu. Susar da bir bardaktan su bile içersiniz suyun içinde Tanrıya bakmaktasınız.

Fakat aşık olmayan suya bakar da suyun içinde kendi yüzünü görür ey gözü açık er! Ama aşıkın sureti, Tanrı’da fani olursa söyle bakalım, suda kimin suretini görür? Güneşte Tanrı güzelliğini görür aşıklar. Gayret sahibi Tanrının sanatıyla nasıl ay, suya vurur da suda görünürse güneşte de hak görünür. Fakat Tanrı’nın bu gayreti aşık ve sadık kişileredir, şeytanla hayvana tecelli etmez o.

Şeytan bile aşık olsa “ Şeytanım benim elimde Müslüman oldu” sırrı belirir. Yezid’lik Tanrı ihsanıyla kalmaz, Yezit, Bayazıt olur ey kavim bu sözün sonu gelmez. Siz o kaleye insan resimlerinden sakının! Olmaya ki heves yolunuzu kessin, ebedi bir kötülüğe düşesiniz. Tehlikeden sakınmak farzdır. Benden bu garezsiz sözü duyun. Kurtuluş arıyorsan aklın sağlam ve keskin olması bele pususundan çekinmek yeğdir.

Babaları bu sözleri söylemeseydi, o kaleden çekinin demeseydi. O kaleye gitmek akıllarına bile gelmeyecekti. Gönülleri o tarafa akmayacaktı bile. Çünkü tanınmış bir kale değildi. O, pek ıssız bir yerdeydi. Kalelerden yolardan uzaktaydı. Fakat babaları gitmeyin deyince bu sözden hevese hayale düştüler. Bu men edilme yüzünden gönüllerinde bir rağbettir uyandı, onun sırrını mutlaka öğrenmek gerek dediler.

Men edilen şeye gitmeyin yapmayın denen şeyi yapmayan kimdir? İnsan men edildiği şeye haristir. Bir şeyi yapma demek, iyi ve Tanrı’dan çekinir kişileri o şeye yanaştırmaz ama hava ve hamasîne uyanları o tarafa sürer, götürür. Şu halde bu yapmayın sözü birçok kişileri azdırır. Birçok kalbi uyanık kişilerde bununla doğru yola gitmiş olurlar. Alışkın güvercin kamışlardan kaçar mı hiç? O kamışlardan alışmamış, yabani güvercinler kaçar.

Şehzadelerde hizmette bulunuruz, dediğin gibi hareket ederiz baş üstüne. Buyruğundan dışarı çıkmayız. Senin lütuf ve ihsanından gaflet etmek, küfürdür dediler. Fakat kendilerine güvendiklerinden Tanrı izin verirse demediler. Tanrı’yı anmadılar bile. Bu Tanrı izin verirse demek, bu kat, kat tedbir ve ihtiyat, Mesnevinin başlangıcında anlatıldı. Yüz tane kitap da olsa hepsi de bir baptan ibarettir. Yüz tarafta da bir tek mihraba dönülür. Bu yolların hepsi de tek bir eve çıkar. Bu binlerce başak, bir tek tohumdan meydana gelmiştir. Çeşit, çeşit yüz binlerce yemekler vardır. Fakat yemek olmak bakımından hepside bir şeydir.

Bir tanesini yedin de tamamıyla doydun mu elli tane yemek olsa hepsinden soğursun. Fakat açken şaşılığın tutar, bir yemeği yüz bin yemek görürsün. O halayığın hastalığını doktorların ahvalini kusurlarını anlayışsızlıklarını söylemiştik ya. Hekimler yularsız atlara benziyorlardı. Üstlerindekinden haberleri bile yoktu. Damakları, gemden yaralanmıştı, tırnakları yol yürümeden incinmişti.

Öyle olduğu halde üstümüzdeki hünerini gösteren bir binici demiyorlardı, haberleri yoktu bundan. Demiyorlardı ki bu perişanlığımız gemden değil. Üstümüzdeki sevgili süvaridir. Gül devşirmek için bahçeye gitti. Gül göründü bize ama meğerse dikenmiş diyen yoktu. Hiçbiri aklını başına alıp da bizim boğazımızı kim tekmeliyor demedi gitti.

Hekimler sebebe kul kesilmişler, Tanrı hilesini görememişlerdi. Bir ahıra öküz bağlasan sonra öküzün yerinde bir eşeği bağlı bulsan, bu işi gizlice kim yaptı diye araştırmaz, uykudaymış gibi gaflet edersen bu, eşekliktir. Kendi kendine “ Bunu değiştiren kim? Görünmüyor ama acaba göktekilerden biri mi yaptı bu işi” demiyorsun ha? Oku dosdoğru sağ tarafa attın, gördün ki sola gitti! Bir ceylan avlamak için at sürdün, domuza av oldun!

Kazanç için kar elde etmeye koştun, kar şöyle dursun hapse girdin. Başkaları için kuyu kazdın, bir de gördün ki o kuyuya sen düşmüşsün. Görüyorsun ki tanrı sebeplere el attın ama seni muradına eriştirmedi. Peki neden sebepler hakkında bir kötü zanna düşmedin? Niceler kazançla padişah kesildiler, niceler de kazanç peşinde çırçıplak kaldılar.

Nice kişi kadın olarak Kaarun oldu. Nice kişide kadın yüzünden borçlandı. Şu halde sebep, eşeğin kuyruğu gibi oynar, döner durur. Ona pek dayanmazsan daha iyi edersin. Hatta sebebe yapışırsan bile yiğit olmamalısın ki altında nice tehlikeler gizlidir. İşte bu tedbir ve çekinme “ Tanrı izin verirse” demenin sırrıdır. Çünkü bu kaza ve kader insana eşeği keçi gösterir.

Bir adam yiğit ve akıllı bile olsa kaza ve kader onun gözünü bağladı mı şaşkınlığından eşek gözüne keçi görünür. Gözleri döndüren Tanrı’dır. Peki gönlü ve fikirleri döndüren kimdir? Kuyuyu latif bir ev görürsün, tuzağı zarif bir tane. Bu sofestailik değildir. Tanrı’nın değiştirmesidir. Hakikatler nerede? Sana böyle gösterir işte. Hakikatleri inkar eden tamamıyla bir hayal peşine düşmüştür. Fakat demez ki her şeyi hayal sanan da bir hayal olur mu? Gözünü ov da bak!

Bu sözün sonu gelmez. Şehzadeler, o kaleye gitmek için yola düştüler. Meyvesini yemeyin denen ağaca yürüdüler. İhlas sahiplerinin tavlasından çıktılar. Babalarının gütmeyin demesinden büsbütün hararetlendiler. O kaleye yüz çevirdiler. O seçilmiş Padişahın sözüne karşı durdular. İnsanın sabrını yakıp yandıran “ Hüş-rüba” kalesine yüz tuttular.

Öğütleri kabul eden aklın inadına gündüzden döndüler de kapkaranlık geceye daldılar. O güzelim “ Zatüssuver” kalesinin denize beş kapısı vardı, karaya beş kapısı. Beş kapısı, dış duygularımız gibi renk ve koku alemineydi, beş kapısı da iç duygularımız gibi sırlar arardı. O binlerce resim be nakşı seyrettiler, yer, yer gezdiler resimler görüp kararsız bir hale geldiler. Bu suret kadehlerinden pek sarhoş olma ki put yapıcı ve puta tapıcı olmayasın.

Suret kadehlerinden geç onlara kapılma. Şarap kadehtedir ama kadehten meydana gelmemiştir ki. Ağzını şarabı verene aç. Şarap geldikten sonra kadeh eksik olmaz. Ey Adem gönül bağlayan mana benim beni ara kabuğu, buğday suretini bırak. Kum Halil için un olduktan sonra artık ey akıllı er, bil ki buğday hiçbir şey değildir. Suret sureti olmayandan meydana gelir.

Nitekim duman da ateşten çıkar. Bu suret alemini boyuna görür durursun ayıplarını görmeye başlarsın, usanırsın bıkarsın. Fakat suretsizlik sana tam bir hayret verir. Yüzlerce alet aletsizlikten meydana çıkar. Tanrı elsizlik aleminde eller dokur. O canlar canı adam suretini düzer durur. Nitekim ayrılıktan buluşmadan dolayı da gönülde çeşit, çeşit hayaller dokunur.

Fakat hiçbir eser yapan esere benzer mi? Feryat ve figan zarara benzer mi hiç? Feryadın sureti vardır, zarar suretsizdir. Zarar uğrayanlar, kendi ellerini dişler dururlar, fakat zararın eli yoktur. Ey delil isteyen bu örnek yakışır bir örnek değil ama anlayışı az olan için ancak bu örneği bulabildim. Suretsiz Tanrı’nın sanatı bir suret eker, derken benden duygularla aletlerle bitiverir.

Dileğine göre ne suret ektiyse beden ona uyar, iyi yahut kötü olur. Nimet sureti verirse beden şükreder. Mihnet sureti verirse sabreder. Tanrı acıma suretiyle tecelli ederse insan gelişir büyür. Bir yara bere suretiyle tecelli ederse ağlar feryat eder. Bir şehir suretiyle tecelli edince insanı yola düşürür. Bir ok suretiyle tecelli ederse insan kalkanla karşı durur. Güzellerde tecelli ederse zevk ve işrete dalar. Gayb suretiyle görünürse insan halvete girer.

İhtiyaç sureti, insanı kazanca götürür. Kol kuvveti şunun bunun malını çalıp çırpmaya. Bu çeşit hayallerden doğan ve insana bir iş yaptıran suretler, o kadar çoktur ki saymaya imkan yok. Sonsuz gidişler sonsuz hüner ve sanatlar, hep düşüncelerde doğan suretlerin gölgesidir. Bir kavim dam kenarında bir hoşça durmuşlar.

Her birinin gölgesi de bak yere vurmuş. O sağlam damın üstünde duran düşüncenin fikrin suretidir. O ne yaparsa aşağıda o görünür. İş yerde duvarda görünmede fikir gizli. Fakat tesir ve ulaşma bakımından ikisi de bir. Bir mecliste zevk kadehinden içilen suretlerin eseri insanın kendisinden geçmesi sarhoş olmasıdır.

Kadınla erkeğin ve ikisinin buluşma suretleri buluşma anında kendilerinden geçmelerini meydana getirir. Bir nimet olan ekmek ve tuz suretinin eseri suretsiz olan kuvvettir. Savaşta kılıç ve kalkan sureti suretsizlikle yani düşmana üstün olmayla sona erer. Medrese medreseye gidip gelme medresenin türlü, türlü suretleri insan bilgi sahibi olunca dürülür gider. Bu suretler suretsizliğin kuluyken nasıl oluyor da o nimet sahibine yok diyorlar. Bu suretler suretsizlikten vücut bulmuştur.

Peki kendilerine bu varlığın verene şu aykırı gidiş onu şu inkar ediş nedir ki. Ha.. suretin inkarı da ondan olur ondan zuhur eder. Bu işte onun bir aksidir zaten. Her yurdun duvar tavan ve sair suretlerini mimarın düşüncesinin gölgesi bil. Düşünce zamanında taş tahta ve kerpiç meydanda değildir. Ama bu böyledir. Dilediği gibi iş yapan suretsizliktir. Suret onun elinde bir alete benzer.

Bazı, bazı o suretsiz varlık yokluk gizliliğinden kerem eder suretlere yüz gösterir. Her suret ondan yardım görür. Bu suretle onun yüceliğinden güzelliğinden kudretinden var olur. Derken yine suretsiz varlık yüzünü gizler suretler ihtiyaçlarından renk ve koku aleminde dilenciliğe başlarlar. Bu suret başka bir suretten yücelik dilerse bu yol azıtmanın sapıklığın ta kendisidir.

A cevhersiz şu halde neden ihtiyacını başka bir ihtiyaç sahibine arz edersin. Madem ki suretler kuldur, Tanrı’ya suret deme. Onu suret sanma onu bir şeye benzetmeye kalkışma. Yalvar yakar kendini yok etmeye savaş. Çünkü düşünceden suretlerden başka bir şey meydana gelmez. Başka bir suretle gelişmiyor semirmiyorsan sende sen yokken doğan suret elbette daha iyidir.

Bir şehre gider o şehir suretine ulaşırsın a yolcu seni oraya çeken suretsizliktir. Mana bakımından hatta mekansızlık alemine kadar gidersin. Çünkü zevk ve hoşluk mekan ve zaman aleminden gayrı bir alemdir. Bir sevgilinin suretine gidersin. Onunla eş olmaya arkadaşlık etmeye can atarsın. Maksattan gafilsin ama mana bakımından suretsizliğe ittin yine. Şu halde herkesin taptığı Hak’tır.

Çünkü yollara gidenler zevk için giderler suretsizliğe doğru yürürler. Ama bazıları yüzlerini kuyruğa tutmuşlardır. Baş asıldır ama başı kaybetmişlerdir onlar. Baş bu sapıklar tarafından kaybedilmiştir. Fakat baş kuyruk yolundan başlık eder. O baştan imdat görür bu kuyruktan bir tayfa vardır ki onlar başı da kaybetmişlerdir, kuyruğu da. Hepsi ve her şey kayboldu mu hepsini ver her şeyi bulurlar. Her varlığı her sureti yok etmeğe yolundan külle koşup ulaşırlar.

Bu söze son yoktur şehzadeler kalede pek güzel pek alımlı bir resim gördüler. Bundan daha güzel kız görmüşlerdi ama bu resmi görünce derin bir denize daldılar sanki. Çünkü onlara bu kase içinde afyon verilmişti bir kere kaseler görünürde o afyon görünmez. Hüş-Rüba Kalesi yapacağını yaptı. Her üçünü de bele kuyusuna attı. Bakış oku yaysız olarak gönüle geldi saplandı.

Ey aman bilmez aman, aman eski zamanlarda gelip geçmiş nice ümmetleri taştan suret yaktı yandırdı. Dinlerine de ateş saldı. Gönüllerine de. Artık bu suret canlı olursa nasıl olur neler yapmaz o. Fitnesi her an bir başka çeşittir onun. Suret aşkı Şehzadelerin gönlüne mızrak gibi battı. Her biri bulut gibi gözyaşları döküyor alını dişliyor. Yazık diyordu. Padişahın önceden gördüğünü biz şimdi gördük o eşsiz padişah bize ne kadar antlar verdi. Peygamberlerin bu yüzden bizim üstümüzde çok hakkı vardır. Onlar bizim sonumuzdan haber vermişlerdir. Ektiğin tohumdan ancak diken biter.

Bu tarafa doğru uçarsan buradan öteye yol yoktur. Başka uçacak yer bulamazsın. Tohumu benden al ki mahsul versin. Benim kanadımla uç ki o tarafa fırlasın gitsin. Sen onun mutlaka var olduğunu varlığının vacip bulunduğunu bilmezsin ama sonunda yine dersin ki hakikaten varlığı vacipmiş.

O hakikatte sensin. Fakat sonunda hakiki varlığı anlayıp terk edeceği bu mevhum senliğin o değildir ha.. bu sonraki varlığın seni evvelki ve hakiki varlığa ulaştırmak ve böyle bir varlığın olduğunu bildirmek için gelmiş asılsız bir varlıktır. Senin senliğinde başka bir sen gizlidir. Bu varlıkla var olup kendini gören kişiye kurban olayım ben. Gencin aynada gördüğünü ihtiyar ondan önce kerpiçte görür.

Biz padişahımızın buyruğundan dışarı çıktık babamızın lütuflarına nankörlük ettik. Onun sözünü ehemmiyetsiz bulduk. Onun eşsiz inayetlerini mühimsemedik. İşte şimdilik hepimizde hendeğe düştük. Savaşsız kazalara uğradık öldürdük. Kendi aklımıza güvendik fikrimize dayandık ta bu tehlikeye çattık. İnce hastalığa tutulan kendisini nasıl sağlam sanırsa biz de tıpkı onun gibi kendimizi sağlam sandık hür zannettik.

Fakat gizli illet şimdi meydana çıktı bağlandık avlandıkta ondan sonra kendini gösterdi. Kılavuzun gölgesi Tanrıyı anmadan yeğdir. Bir kaanat yüzlerce tabak yemekten hayırlıdır. Gören göz üç yüz tane sopadan daha iyidir. Mücevherle taşı ayırt eden gözdür. Hasılı dertler içinde acaba dünyada kim bu resim kimin resmi diye araştırmaya koyuldular.

Bir hayli arayıp sorduktan sonra bir gün yolda gözü açık bir ihtiyara rastladılar. O bu sırrı açtı. Duyma yoluyla değil aklına gelen ilham yoluyla bu sırrı buldu. Sırlar onun gözünün önünde apaçıktı. Dedi ki. Pervin denilen yıldız kümesi de buna haset eder. Bu Çin Padişahının kızının resmidir. O, can gibi ana karnındaki çocuk gibi gizlidir. Sarayında perdeler arkasındadır.

Yanına ne erkek çıkabilir ne kadın. Padişah onu fitnelere uğramaması için gizlemiştir. Padişah onu pek kıskanır. Bulunduğu yerin damının üstünden kuş bile uçamaz. Eyvah böyle bir sevdaya düşen gönüle. Hiç kimse böyle sevdaya uğramasın. Bu bilgisizlik tohumunu eken, o öğütleri ehemmiyetsiz ve lüzumsuz gören kişinin layığıdır. O kendi tedbirine güvendi, aklımla elbette bir iş başarırım dedi.

Halbuki o inayetin bir zerresi bile aklından doğacak üç yüz ihtiyat tedbirinden daha iyidir. Beyim kendi hileni bırak. Tanrı inayetine yürü orada öl. Buna sayılı hilelerle ulaşılma. Sen ölmedikçe fayda yok vesselam.

Buhara’daki o ulu zat kendisinden bir şey isteyenlere çok iyi muamele ederdi. Pek çok sayısız ihsanlarda bulunur, ta gecelere kadar cömertlik eder, altınlar saçardı. Altınları kağıt parçalarına sarar, öyle verirdi. Hasılı dünyada bulundukça hep böyle ihsanlar ederdi. Güneş gibi tertemiz ay gibiydi. Onlarda Tanrı’dan aldıkları aydınlığı halka saçarlardı ya.

Toprağa altın bağışlayan kimdir güneş. Madendeki altın da ondandır yıkık yerlerdeki hazine de. Her sabah yoksulların bir kısmına ihsanda bulunuyordu. Bu suretle hiçbir tayfanın mahrum kalmamasını isterdi. Bir gün dertlilere lütfeder, öbür gün dul kadınlara ihsanda bulunur. Daha öbür gün yoksul Alevilerle okuyup okutmakla uğraşan yoksul fakirlere kerem eder.

Daha öbürüsü gün halkın eli boşlarına para verir. Daha öbürüsü günde borçlulara ihsan ederdi. Yalnız bir şartı vardı: kimse ağzını açıp bir şey istemeyecekti. Geçeceği yolun kenarına bütün yoksullar duvar gibi dizilirler susarlar beklerlerdi. Birisi ağız açtı da bir şey istedi mi bir habbe bile alamazdı. Şartı kim susarsa kurtulur hükmüydü kesesi kasesi susamlarındı.

Nasılsa bir gün ihtiyarın biri açım bana zekat ver demişti. İhtiyarı men ettiler. Ama o boyuna söylemekteydi. Halk hayretlere düştü. Sadr-ı Cihan babacığım ne utanmaz ihtiyarsın dedi. İhtiyar sen benden daha ziyade utanmazsın dedi. Bu cihanı yedin yuttun bir de alemle beraber öteki alemin elde etmeye tamah ediyorsun.

Bu sözü duyunca güldü. O ihtiyara bir hayli mal verdi. Adamcağız bütün malları yalnız başına alıp götürdü. O ihtiyardan başka ondan bir şey isteyen hiçbir kimse ne yarım habbe altın elde etti. Ne bir zerre kumaş. Fakihlerin günüydü, bir hoca hırsa geldi feryat ediyordu, bir hayli ağladı sızlandı. Fakat çare yoktu her çeşit söz söyledi, hiçbir faydası olmadı. Ertesi günü ayağını eski çapıtlarla sardı kötürümlerin arasına karıştı. Ayağının sağına soluna tahtalar bağladı.

Bu suretle kendisini ayağı kırık bir alil göstermek istedi. Padişah onu gördü tanıdı hiçbir şey vermedi. Ertesi gün yüzünü bir keçe parçasıyla örttü. Fakat padişah yine tanıdı ağzını açıp bir şey istediği için kusurda bulunmuştu ona hiçbir şey vermedi. Yüz türlü hileye başvurdu nihayet aciz kalıp kadınlar gibi çarşafa büründü. Dul kadınların arasına karışıp elini gizledi başını eğdi öylece durdu.

Fakat padişah yine tanıyıp sadaka vermedi. Hocanın mahrumiyetten yüreği yandı. Sonunda bir kefenciye gitti dedi ki: beni bir kilime sar yol üstüne koy hiç ağzını açma yalnız Sadr-ı Cihan’nın buradan geçmesini bekle belki görünce ölü sanırda kefen parası almak üzere bir şey verir. Ne verirse yarısını sana veririm. Kefenci para gözler bir yoksuldu dediğini kabul etti.

Onu bir kilime sarıp yol üstüne koydu. Padişahın yolu oraya düştü. Kilimin üstüne bir miktar altın attı. Hoca hemen aceleyle kilimden elini çıkarıp altınları aldı. Kefencinin almasına verilen altınları gizlemesine meydan bile bırakmadı. Ölü kilimden elini uzatıp paraları aldıktan sonra başını kilimden çıkardı. Padişaha dedi ki: ey bana kerem kapılarını kapayan bak nasıl aldım gördün ya Sadr-ı Cihan doğru dedi.

Aldın ama ölmedikçe kapımdan hiçbir şey koparamadın ya inatçı “ Ölmeden önce ölün” sırrı budur işte çünkü ölümden sonra ganimetler elde edilir. Ey hilebaz Tanrıya karşı ölümden başka hiçbir hüner para etmez bir inayete uğramak yüzlerce çalışıp çabalamadan yeğdir. Çalışıp çabalamanın yüzlerce çeşit bozukluğu olabilir. Çalışmada u korku var. o inayet ölüme bağlıdır. Bu yolu güvenilir erler sınadılar ama ölümde onun inayeti olmadıkça gelip çatmaz. Aman sen ,sen ol inayete sığınmadan hiçbir yerde durma. İnayet bu koca yılana zümrüttür. Yılan zümrüdü görmedikçe kör olur mu hiç?

Bir geçle bir kösenin yolu bir topluluğa düştü. Orada oturdular konakladılar. O seçilmiş topluluk söze sohbete koyuldu. Akşam oldu hatta gecenin de üçte biri geçti. Bekçinin korkusundan o iki delikanlı o bekar odasında kaldılar orada uyudular. Kösenin sakalında dört kıl vardı. Fakat yüzü ayın on dördüne benziyordu adeta. Delikanlı çirkindi arka tarafına tam yirmi tane kerpiç yığdı.

Bekarlardan bir oğlancı gece vakti kalabalığın içinden kalktı. Yavaş, yavaş yürüdü. İştahlı bir halde oğlanın yanına gelip kerpiçleri bir tarafa koydu. Çocuğa elini uzatınca çocuk yerinde sıçradı. Hey dedi A köpeğe tapan kimsin sen? Bu otuz kerpici neye buradan aldın? Herif dedi ki: sen ne için o otuz kerpici yığdın? Oğlan dedi ki: Hastayım zayıfım. Yatarken ihtiyata riayet ettim.

Herif hastaysan, hastalıktan hararetlendiysen neden hasta haneye gitmedin? Yahut bir esirgeyici hekimin evine varmadın? Gitseydin hastalıktan kurtulurdun. Çocuk dedi ki: ben de bilmem nereye gideyim? Nereye gidersem bir derde uğruyorum. Senin gibi bir zındık bir pis bir dinsiz herif başucuma yırtıcı canavar gibi gelip dikiliyor. Ey iyi bir yer olan tekkede bile bir an olsun aman bulmadım.

Bir avuç bulgur aşıyla geçinmeye çalışan derviş, gözlerinden meni akarak elleriyle hayalarını sıkarak bana yüz tuttu. Namuslu oldun mu gizli, gizli bakar aletleriyle oynarlar. Tekke böyle olursa artık halkın pazarı eşek sürüsü ve hamların divanı nasıl olur? Var kıyas et. Eşek, nerede namus ve takva nerede? Eşek korkmayı ürkmeyi ne bilir? Akıl kadının da emniyet ve adaletini diler, erkeğin de. Fakat akıl nerede?

Tutar bu sefer de kadınlara kaçarsam Yusuf gibi sınamalara fitnelere düşerim. Yusuf kadın yüzünden zindana düştü, sıkıntılara uğradı. O bile böyle olursa artık ben elli kere darağacına çekilirim. Kadınlar bilgisizliklerinden bana saldırdılar. Erkekler canıma kastederler. Hasılı ne kadınlardan kurulabiliyorum ne erkeklerden. Ne yapayım bilmem?

Ne bunlardanım ben, ne onlardan! Ondan sonra oğlan, köşeye baktı, dedi ki: o çenesinden o iki kılla dertten kurtuldu gitti. Kerpiçten de kurtuldu, kerpiç kavgasından da hatta senin gibi bir kahpe oğlu çirkin kart oğlanın saldırışından da. Gösteriş için olsun çenede bulunan kaç dört kıl, adamın arkasına çepeçevre yığılan otuz kerpiçten hayırlıdır. Tanrı inayetinin bir zerresi itaat ve ibadetinden yeğdir.

Çünkü şeytan itaat kerpicini alır, hatta iki yüz tuğla olsa yine kapar, kendine yol açar. Her yanın kerpiçle dolu olsa yine o kerpiçler senin tarafından konmuştur. Fakat o iki üç, kıl Tanrı verisidir. Hakikatte o kıların her biri bir dağdır. Çünkü o, padişahının bir aman fermanıdır. Sen bir kapıya yüzlerce kilit vursan bir sersem gelir, hepsini de söker çıkarır. Fakat bir şahne herhangi bir kapıyı mumla kapatsa erler, babayiğitler bile ona yaklaşamaz, yürekleri oynar. Tanrı inayeti olan o iki üç kıl kötülüklerle arana girer, dağ kesilir yüzlerde görünen nura benzer.

Ey iyi yaratılışlı adam kerpiç komaya kalkışma, fakat çirkin şeytandan da emin olarak uyuma. Yürü tanrı kereminden iki tanecik kıl elde et de ondan sonra gam yeme emin olarak uyu! Bilgili adamın uykusu ibadetten yeğdir. Hele insanı gafletten uyandıran bilgi olursa. Yüzme bilenin hareketsiz durması aceminin elle ayakla savaşmasından iyidir.

Acemi elini ayağını oynatır durur, fakat boğulur. Yüzme bilense denizdeki dalgıç gibi yüzer durur. Bilgi uçsuz bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Bilgi dileyenin ömrü binlerce yıl olsa yine araştırmadan vazgeçmez, bir türlü doymaz. Tanrı elçisi hadisinde “ İşte iki tane haris ki hiç doymazlar” dedi.

“ Dünyayı ve dünyanın şatafatını dileyenle bilgi etmek isteyen” dendi. Bu ayırmaya dikkat edilirse buradaki bilginin dünya bilgisinden başka olduğu anlaşılır babacığım. dünyadan başka ne olabilir? Ahret. Seni buradan ayıran, sana kılavuzluk eden!

Derde uğrayan o üç Şehzade birbirlerine döndüler. Her üçünün de zahmeti birdi, derdi bir elemi bir. Her üçü aynı düşüncedeydi aynı sevdaya düşmüştü. Her üçü aynı derde uğramış aynı hastalığa tutulmuştu. Sükut içindeydiler. Fakat üçü de aynı tehlikeye düşmüştü. Sözde de her birinin delili birdi. Bir müddet hepsi gözyaşı döktüler, musibet sofrasının başında kanlar saçtılar. Bir zaman her üçü de gönül ateşiyle yandılar, buhurdan gibi sıcak soluklar aldılar.

Büyük kardeşleri dedi ki. Ey hayırlı kardeşler biz başkasına er gibi öğütler vermez miydik? Adamlarımızdan biri bize dertten yoksulluktan, korkudan yer deprenmesinden şikayet edince sıkıntıdan az ağla sızla. Sabret, sabır ferahlığın anahtarı derdik ya1 şimdi bu sabır anahtarı ne oldu? O türe bozuldu mu şaşılacak şey! Savaş zamanında ateş içinde bile altın gibi hoşça gül diyen biz değil miydik? Savaşın o dar zamanında asker benziniz saramasın demez miydik?

Atların adam kellerinden başka basacak bir yer bulamadığı zamanlarda ordumuzu hay haylar la mızrak gibi kahredici bir halde saldırın diye teşvik etmez miydik? Bütün aleme sabredin der; sabır gönlün ve göğsün ışığıdır diye öğüt verirdik ya. Şimdi nöbet bizde. Neden sersem oluyor, çirkin karılar gibi neden çarşafa bürünüyoruz? Ey gönül herkesi hararetlendirdin ya hadi bakalım şimdi sen hararetlen kendiliğinden utan.

Ey dil herkese öğür verirdin ya işte şimdi sana nöbet geldi neden sustun? Ey akıl nerede o şekerler çiğneyen öğütün? Senin çağın şimdi. O hay ,hay ın ne oldu?ey gönülden yüzlerce teşvişi gideren şimdi senin nöbetin hadi oynat sakalını! Kahpelik eder de şimdi sakalını oynatmazsan bundan önce de sakalına gülmüş olursun. Başkalarına öğüt verme vaktinde hay, hay iş başa düşünce karılar gibi vay, vay ha! Başkalarının derdine dermen oluyordun ya; şimdi dert sana konuk oldu fakat susuverdin.

Askere bağırır çağırır orduyu teşvik ederdin hani. Neden sesin kısıldı, nutkun tutuldu? Kendine de bağırsana. Aklınla elli yıldır ördüğün kumaştan bir zıbın yap da giyin bakalım! Dostların kulakları sesinden hoşlanıyordu. Elini çıkar da şimdi kulağını çek! Daima baştın kendini kuyruk yap da ayağını elini sakalını bıyığını az kaybet. Şu döşenmiş yeryüzünde şimdi oyun senin. Kendini boş bir hale getir de neşelen!

Bir padişah mecliste oturmuş şarap içip sarhoş olmuştu. Kapının önünden bir fakih geçiyordu. Şunu meclise getirin laal renkli şarabı sunun şuna diye emretti. Hocayı ister istemez meclise getirdiler. Mecliste zehir gibi, yılan gibi ekşi bir suratla somurtup oturdu. Padişah şarap sundu. Hoca kızdı kabul etmedi. Padişahtan da yüz çevirdi sakiden de. Ben ömrümde şarap içmedim.

Halis zehir, bence şaraptan daha hoş. Kendinize gelin bana şarap yerine zehir verin içip öleyim de kendimden de kurtulayım, sizden de dedi. Şarap içmeden gürültüye başladı. Mecliste ölüm gibi canavar gibi bir hal aldı. Nefis ehliyle şu balçığa kapılmış olanlar gibi hani. Onlar gönül ehliyle oturdular mı bu hale gelirler işte. Tanrı kendi haslarına gizlilik aleminde hürlerin içtikleri şaraptan sunarlar ama duygu o, şarabın sözünden başka bir şey duymaz.

Hakikati görmeyenler onların irşadından yüz çevirirler. Çünkü gözle onların ihsanını göremez. Kulaklarından boğalarına bir yol olsaydı onların öğütleri gönüllerine tesir ederdi. Fakat bu çeşit adam baştanbaşa ateştir, nur değil. Yakıcı ateşe de ancak kabuklar atılır. İç kabuktan çıktı. Kabuktan ibaret olan söz, kaybolup gitti. Mide hiç kabuktan kızışır, gelişir mi? Cehennem ateşi ancak kabuğu yakar. ateşin içle hiçbir işi yoktur. Ateşi içe yalım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil.

Tanrı hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir. Gelecek zamanda da. Latif iç, hatta kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar? uzaktır ondan bu. Hatta inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona bir iştah verir, o kırmızı şarabı içirir. Başına vurmazsa o hoca gibi onun ağzını bağlar.

Şarap da içirmez, bu padişahların meclisine de sokmaz. Padişah sakiye dedi ki: Ey izi kutlu ne susuyorsun? Hadi onu hoş bir hale getir, neşelendir. Her akılda gizli bir hükmeden vardır, kimi dilerse hileyle baştan çıkarır. Doğu güneşi de onun alemi aydınlatması da tutsaklar gibi onun zincirine bağlanmıştır. Dimağına yarım afsun okuduğu zaman feleği çarha getirir döndürür.

Bir aklı tesiri altına alan başka bir akıl ondan kudret bulmuştur, tavla üstadı odur. Saki hocanın başına birkaç sille vurdu al deyip şarap kadehini sundu. Zavallı hoca sille korkusundan kadehi alıp içti. İçince de sarhoş oldu, neşelendi, bağ gibi gülmeye başladı. Nedimliğe alaya latifeye koyuldu. Aslanı ile tutacak bir hale geldi. neşesinden parmacıklarını şakırdatmaya başladı. Sonra su dökmek için ayak yoluna gitti.

Ayak yolunda ay gibi bir halayık vardı. Padişahın cariyelerinden olan bu kız pek güzeldi. Onu görünce ağzı açık kaldı. Aklı gitti halayığa saldırmaya kalkıştı. Ömrünce bekardı iştiyak halindeydi. Şimdi bir de sarhoş olmuştu. Hemen halayığa el attı. Halayık çırpınmaya başladı, narayı attı. Fakat hiçbir çaresi olmadı. Kadın buluşma zamanında erkeğin elinde ekmekçinin elindeki hamura döner.

Onu gah yumuşaklıkla gah sert bir halde yoğurur durur, elinin altında ondan çak, çak diye sesler çıkar. Gah onu uzatır, tahta üstünde yassı bir hale getirir. Gah bir araya toplar. Gah su döker, gah tuz eker. Gah tandıra yayar, ateşle onu mehenge vurur. İstekli ve istenen bu çeşit dürülüp bükülür, alt olan ve üst gelen, bu oyundadır işte.

Bu oyun yalnız kocayla karı arasında olmaz. Her aşıkla her sevgili de bu oyunu oynar. Evveli olmayanla sonradan olanın varlıkla var olup suret kabul edenin Vise ve Ramin gibi bükülüp ezilmesi farzdır. Fakat her birinin oyunu başka bir çeşittir. Her birinin ezilip bükülmesi başka bir hünerdendir. Kocayla karıyı ey koca karını kötü tutma, hoş tut demek için örnek olarak söyledim.

Gerdek gecesi yenge onun elini tutup hoş bir emanet olarak senin eline vermedi mi? Ey güvenilir kişi sen iyi kötü ne yaparsan Tanrı da sana onu yapar. Hasılı o hoca ayakyolunda sarhoşluktan halayığa saldırdı. Ne namusu kaldı, ne zahitliği! O huriden doğmuş güzelin üstüne atıldı. Ateşi o pamuğa düştü. Can, cana ulaştı bedenler dürülüp bükülmeye başladı. İkisi de başları kesilmiş iki kuş gibi çırpınıyorlardı.

Hocanın gönlünde ne şarap meclisi ne padişah n aslan, ne haya ne din ne ürkeklik ne de can korkusu kaldı. Gözü kızdı bir şey görmez oldu. Burada zaten ne Hasan görünür göze, ne Hüseyin! Hocanın meclise dönmesi gecikti. Padişahın bekleyişi de haddi aştı. Ne oluyor bir göreyim diye gitti. Oradaki kıyamet alametini gördü. Hoca korkusundan hemen sıçrayıp meclise gitti, ateş gibi derhal şarap kadehini kaptı.

Padişah cehennem gibi kızmış gazaba gelmişti. O kötü işi işleyen hocanın da kızın da kanına susamıştı. Fakih padişahı hiddetli gazaplı görünce kötü bir hale düştü zehir kadehi gibi acı ve kanlı bir hale geldi. sakiye yahu acele et dedi., neye öyle sersem, sersem oturuyorsun? Çabuk padişahı neşelendir. Padişah gülümsedi ey ulu er dedi, hoşlandım, o kız senin olsun!

Ben padişahım benim işim adalettir, lütuftur. Ne yersem cömertliğim, sevgiliyi de onu verir. Tatlı, tatlı içemediğim şeyi nasıl olur da sevgiliye verir, ona azık olarak sunarım? Ben kendi hususi soframda ne yersem kullarıma da onu yediririm. Pişmiş olsun ham olsun. Ne yemek yersem kölelerime onu yedirir, onları o yemekle beslerim. Kürkten atlastan ne giyersem kölelerime onu yedirir, onları yemekle beslerim. Kürkten atlastan ne giyersem kölelerime de onu giydiririm. Onlara köhne elbiseler giydirmem. Hüner sahibi Peygamberden utanırım. O “ Hizmetçinize siz ne giyiyorsanız onu giydirin” dedi.

Mustafa evladı olan ümmetine “ Elinizin altındakilere yediğiniz şeyden yedirin” diye vasiyette bulunundu. Başkalarını hoş bir hale getirdin, sabırla çevikleştirdin, sabra teşvik ettin. Şimdi erlik göster de kendini de hoş bir hale getir. Sabır düşüncesine dalan aklını kendine kılavuz et. Sabır kılavuzu sana kanat olursa canın arş ve kürsünün ta yücesine çıkar. Mustafa’ya bak, sabrı Burak edindi de bu Burak onu göklere çekti, çıkardı.

Bu sözleri söyleyip derhal yürüdüler. İşte dostum ne olduysa da o vakit odu. Sabrı seçtiler doğrulardan oldular. Ondan sonra Çin şehirlerine doğru yürüdüler. Analarını babalarını bıraktılar ülkelerini terk ettiler. O gizli sevgilinin yolunu tuttular. İbrahim Edhem gibi aşk onları tahtlarından etti. Elsiz ayaksız ve yoksul bir hale düştüler. Yahut sanki bir sarhoş. İbrahim Peygamber gibi kendisine ateşe attı. Yahut da ulu Tanrı’nın sabırlı kulu İsmail kendilerini aşka kurban ettiler, onun hançerine boyun verdiler.

Aşk İmriülkays’ı dudakları kurumuş susuz bir halde Arap ülkesinden çekti. Nihayet Tebük’e geldi, orada kerpiç ameleliği yaptı. Padişaha, Arap padişahlarından imriülkays, bu diyara kazanç elde etmeye geldi. Aşka av oldu, kerpiç ameleliği yapıyor dediler. Padişah kalktı, gece vakti onun huzuruna gitti. Dedi ki: Ey güzel yüzlü padişah! Sen zamanın Yusuf’usun. İki ülkede şehiler ve güzellik bakımından bütün yüceliğiyle sana ram oldu.

Erler kılıcının yüzünden sana kul oldular; kadınlar bulutsuz bir aya benzeyen yüzüne köle kesildiler. Bizim yanımızda konakla da devlet ve ikbale erişelim. Canımız senin visalinle yüzlerce defa tazelensin. Ben de senin kulunum ülkem ve saltanatım da. Ey bunca saltanata tenezzül etmeyen! Böyle bir hayli hikmetler söyledi. İmriülkays öylece susup duruyordu. Birdenbire sırrının yüzündeki örtüyü kaldırdı.

Kulağına eğilip aşk ve derde it ne söylediyse söyledi. Kendi gibi onu da baştan çıkardı. Tebük padişahı da onun elinin tuttu, onunla dost oldu. O da onun gibi tahttan, kemerden bezdi. Bu iki padişah, uzak, uzak ülkelerin yolunu tuttular. Aşk zaten bu suçu bir kere yapmamıştır ki. Aşk büyüklere baldır, çocuklara süt. O her gemiye yüklenen ve geminin ağırlığından fazla olduğu için batmasına sebep olan son yüktür.

Bu ikisinden başka daha nice sayısız padişahları aşk saltanatlarından, ülkelerinden etmiştir. Bu üç şehzadenin canı da Çin ülkesinin etrafında kuşlar gibi tane devşirmeye başladı. Ağızlarını açıp sırlarını söylemeye kudretleri yoktu. Çünkü içlerindeki sır, pek mühim ve pek tehlikeli bir sırdı. O anda yüz binlerce baş bir pulaydı. Kızgın aşk okunu yayına koymuş, yayını kurmuştu. Aşkın okunu yayına koymuş, yayını kurmuştu.

Aşkın hoşnutluk zamanında kızgın değilken bile her an öyle zalim bir huyu vardı ki. Bu hoşnutluk zamanında kızgınlık değilken bile her an, öyle zalim bir huyu vardır ki. Bu hoşnut olduğu zamanda böyle. Artık kızgın olunca neler yapmaz? Ben ne söyleyeyim? Fakat can yaylası, bu aşkın öldürdüğü, bu aşk kılıcının kestiği aslana feda olsun. Bu çeşit öldürülme binlerce hayattan iyidir.

Saltanatlar bile böyle kulluğa kurban olsun! Şehzadeler yüzlerce korkuyla yüzlerce çekinmeyle sırlarını kinaye yollu hafif, hafif birbirlerine söylüyorlardı. Sırlara Tanrı’dan başka mahrem yoktur. Ah’a ancak gökyüzü hemdemdir. Birbirlerine bir şey bildirirken aralarında kendilerine ait ıstılahlar vardı. Alelade halk da bu kuşdilinin bir kısmını bellemiştir de şatafatlar satmışlar, ululuklar etmeye kalkışmışlardır.

Fakat onların sözü kuşların seslerinin suretinden ibarettir. Ham kişi kuşların ahvalinden gafildir. Nerede bir Süleyman ki kuşdilini anlasın. Şeytan da saltanat sürer ama Süleyman değildir ki. Şeytan Süleyman’a benzer tahta oturur, hile bilgisi vardır, fakat “ Biz ona kuşdilini öğrettik” sırrına mazhar değildir ki. Süleyman, Tanrı’dan muştuluklara nail olmuştu da bu yüzden “ Biz ona kuşdili öğrettik” sırrına erişmişti.

Sen “ Min Ledün” kuşlarını görmemişsin. Artık o hava kuşlarına bak da onlardan anla. Simurgların yeri, Kaf dağıdır. Her haya1 oraya el atamaz. Ancak o birleşmeyi gören hayal o makamı görür. Gördükten sonra da yine araya ayrılık düşer. Fakat işi tamamıyla kesen ayrılık değildir bu. Bu iş, bu makam her türlü ayrılıktan emindir. Ruha mensup olan o kalıbın baki kalması için güneş bir an kendisini kardan çeker.

Sen onlardan kendi canın için bir düzenlik ara. Onların sözlerinden ıstılah çalmaya kalkışma. Zeliha’ da çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adını Yusuf takmıştı. Onun adını gizli bir surette yazmış, mahremlerine o sırrı bildirmişti. Mum ateşten yumuşadı dese bu söz, o sevili bize alıştı, sevdalandı demekti. Ay doğdu, bakın dese yahut söğüt ağacı yeşerdi diye bir söz söylese.

Yapraklar ne güzel oynamakta çörekotu ne hoş yapıyor. Gül bülbülle sırrını söyledi padişah sevgilisine sır söyledi. Bahtımız ne kutlu yaygıları döşeyin, saka su getirdi güneş doğdu. Dün gece bir tencere kaynattılar içindekiler güzelce pişti, helmelendi. Ekmekler tuzsuz felek aksine dönmede. Başım ağrıyor başımın ağrısı geçti gibi bir şey söylese hep başka şey kastederdi.

Birini övse onu över birinden şikayetlense onun ayrılığını anlatmış olurdu. Yüz binlerce ad söylese maksadı, dileği hep Yusuf’tu. Acıkırsa onun adını söylerdi. Tok olursa onunla duyar, onun kadehinden sarhoş olurdu. Susuzluğu onun adıyla geçerdi. Batıni şerbeti onun adıydı. Derdi oldu mu onun yüce adıyla derhal derdi yatışırdı. Hatta kış vakti sevgilisinin adı ona kürk kesilirdi.

Sevda aleminde sevgilisinin adı bu işi işler işte. Aşağılık kişiler de her an o temiz adı anar ama bu tesir görülmez çünkü onlarda aşk yoktur. İsa onun adıyla mucizeler yaptı. Ne mucize gördüyse onun adıyla gösterdi. Bir can Hakk’a ulaştı mı onun zikri, bunun zikridir. Bunun zikri onun zikri. Böyle can kendinden boşalır, sevgilisinin aşkıyla dolar. Testide ne varsa dışına o sızar.

Gülme vuslat safranının kokusunu verir, ağlama uzaklık soğanının kokusunu. Halbuki bunların her birinin gönlünde yüzlerce murat var. bu aşk ve sevgi mezhebi değildir. Gündüze nasıl güneş lazımsa aşka da sevgili lazım. Güneş o yüze nikap gibidir. Nikapla sevgilinin yüzünü fark edemeyen, güneşe tapar. Ondan el çek. Aşıkın günü de odur, rızkı da.

Aşıkın günü de odur, rızkı da. Aşıkın gönlü de odur, gönlünün yanışı da. Balıklara ekmek de sudur su da. Elbise de sudur, ilaç da, uyku da. Aşık çocuğa benzer. Mememden süt emer durur. O iki alemde de sütten başka bir şey bilmez. Fakat şu da var ki çocuk sütü hem bilir, hem bilmez. Bu tarafta tedbirin yeri yoktur. Bu define bildiren kitap, açanı da açılanı da bulsun, define sahibi de defineye de nail olsun diye ruhu hayretlere düşürmüştür.

Ruh bu yürüyüşte hayran olmaz. Hayret şöyle dursun defineyi bi bildiren kitabı elde eden ruh deniz kesilir sel ve ırmak değil. Bulduğunu buldu mu kendisi kaybolur. Bir sel gibi denize gark olur gider. Tohum yok oldu da ondan sonra bitti, incir haline geldi. "“Ben de sen ölmeyince altın vermedim ya” sözü budur işte.

Büyük kardeşleri dedi ki: Kardeşlerim beklemeden canım ağzıma geldi. artık bir şeye aldırış etmiyorum sabrım kalmadı. Bu sabır beni adeta ateşe attı. Sabretmeden takatim tak oldu. Başıma gelen şey aşıklara ibret kesildi. Ayrılık yüzünden canıma doydum. Ayrılıkta yaşamak münafıklıktır. Ayrılığın derdi, niceye bir beni öldürecek kes başımı da aşk, bana bir baş bağışlasın.

Dinim aşkla yaşamaktır. Bu canla bu başla diri kalmak bunlarla yaşamak benim için ayıptır, ardır. Kılıç aşıkın canından tozu toprağı iler süpürür. Çünkü kılıç, suçları kökünden mahveder. Ey güzel ömürlerdir” Hayatım ölümümdendir”diye aşıkının davulunu dövüp durmaktayım. Beden tozu kalktı mı ayım parlar. Can ayım saf bir hava bulur. Can su kuşu olduğunu dava etmede. Artık bela tufanından feryat eder mi hiç?

Gemi parçalanmış kaza ne gam? Onun gemisi suya ayak basıvermektir. Canım ve bedenim bu dava ile dirildi. Artık ben bu davadan nasıl vazgeçer, nasıl sukut edebilirim? Rüya görürüm ama uykuda değil. Dava edip duruyorum ama yalancı değilim. Yüz kere kellemi kessen mum gibiyim ben. Daha ziyade aydınlanır, etrafı daha aydınlık bir hale getiririm. Ateş önden arttan bütün harmanı sarsa gece yolcularına ayın harmanı kafidir.

Yusuf’u kardeşlerinin hilesi Yakub peygamberden gizledi. Onu hileyle gizlediler. Fakat gömlek nihayet gammazlıkta bulundu. İki küçük kardeşi büyük kardeşlerine öğütlerde bulundular. Dediler ki. Düşeceğin tehlikelerden bihaber olma. Kendine gel, yaralarımıza tuz ekme. Babayiğitlik taslayıp yahut şüpheye düşüp bu zehri içmeye kalkışma. Her şeyden haberdar olan bir şeyin tedbirine uymadıkça kalb gözün açık olmadığı halde nasıl yol gidebilirsin? Vay o kuşa ki kanadı bitmeden yücelere uçmaya kalkışır da tehlikeye düşer. İnsana kol kanat akıldır. Adamın aklı olmazsa kendisine başka bir aklı kılavuz etmesi gerektir. Ya üstün ol ya üstünlüğü ara.

Ya görüş sahibi ol yahut bir görüş sahibi ara. Akıl anahtarı olmaksızın bu kapıyı açmaya kalkışmak beyhudedir doğru değildir açılmaz. Heva ve heves yüzünden bütün bir alemi tuzağa tutulmuş gör. İlaç rengindeki yaralara karmış bil. Yılan ölüm gibi göğsünün üstüne dayanıp ayağa kalkmış ağzına da kuş avlamak için büyük bir yaprak almıştır.

Otlar arasında o da bir ot gibi boy vermiştir. Kuş onu bir dal sanır yemek için yaprağın üstüne oturdu mu yılanın ve ölümün ağzına düşer. Bir timsah ağzını açar dişlerinin çevresinde uzun, uzun kurtlar vardır. Yediğinin artığından dişlerinin arasında kalanlar kurtlanır. Dişlerinin çevresinde kurtlar peydahlanır. Kuşcağızlar kurtları o rızkı görüp o tabutu otlak sanırlar.

Ağzı ansızın kuşlarla doldu mu derhal nefesini çeker ağzını kapar. Bu ekmeklerle azıklarla dolu olan alemi o timsahın açılmış ağzı bil ey rızık kazanan kurt ve yeme derdine düşüp zaman timsahının hilesinden emin olma. Tilki toprağın altına yayılır toprağın üstünde de hileli tohumlar vardır. Nihayet bir karga gaflette bulunur oraya gelir konar. O hilebaz da derhal onun ayağını yakalıyı verir.

Hayvanlar da yüz binlerce hile varken artık hayvanlardan daha üstün olanda ne hileler bulunur? Zeynel-abidin gibi elinde bir Kuran, fakat yeninde kahredici bir hançer! Sana gelerek efendim der. Fakat gönlümde büyülerle hilelerle dolu bir Babil var. öldürücü zehrin görünüşü baldır süttür. Kendine gel de haberdar bir pirin sohbeti olmadıkça yürüme. Heva ve heves lezzetlerinin hepsi hiledir, riyadır.

Her lezzet etrafı karanlıklarla çevrilmiş şimşek ışığına benzer. Derhal gelip geçen şimşek nuru, yalan ve geçici bir şeydir. Çevresinde karanlıklar var, yolunsa uzaktır senin. Onun ışığıyla ne bir kitap okuyabilirsin, ne bir konağa at sürebilirsin. Yalnız şimşek ışığına kapıldığının suçu olarak doğu nurları senden yüz çevirir. Kılavuz olmadıkça şimşek ışığı seni geceleyin mil, mil karanlık bir çukura çeker. Gah, dağa düşersin, gah dereye.

Gah bu yana düşersin, gah o yana. Ey mevki arayan, zaten kılavuzu görmezsin. Hatta görsen bile ondan yüz çevirirsin. Ben bu yolda altmış mil yol yürüdüğüm halde bu kılavuz hala bana sapık diyor. Bu şaşılacak adamın sözüne kulak asarsam yola yeni baştan başlamam lazım. Halbuki ben bu yolda ömrümü harc ettim. Ne olursa olsun artık git oradan dersin.

Evet yol yürüdüm ama şimşeğe benzeyen zannınca. O aştığın yolun onda birini doğuya benzeyen vahyin izine uy da yürü. “ Zan, doğruyu bilmez” ayetini okuduğun halde öyle bir şimşeğe uydun da doğudan kaldın ha. A köhne adam, ya bizim gemimize gir, yahut o gemiyi bizim gemiye bağla. Fakat bu söz söylenince duyan der ki: bu ululuğu nasıl bırakayım, kör gibi sana uyup nasıl gideyim?

Körün kılavuzla gitmesi elbette daha iyidir. Çünkü bundan insana bir ayıp gelirse, öbüründen yüz ayıp gelir. Pireden adeta akrebe kaçmada, bir ıslaklıktan kaçıp denize dalmadasın sen babanın cefalarından kaçıp oğlancıların, kötülüklerin, pisliklerin arasına kaçıyorsun. Yusuf gibi bir iç sıkıntısı yüzünden gezelim, oynayalım deyip gidiyor, bir kuyuya düşüyorsun. Bu gezinti yüzünden onun gibi kuyuya düşüyorsun ama nerede onun gibi sana yar olacak Tanrı inayeti?

Yusuf, o gezintiye babasından izin almadan gitseydi mahşere kadar kuyudan çıkamazdı. Babası, gönlü olsun diye ona izin verdi. Dedi ki: Mademki gönlün gezmeye akmada. Hadi hayra karşı. Hangi kör olursa olsun bir Mesih’ten baş çekerse o çıfıtçasına doğru yoldan kalır. Görse de gözünün ışıklanması mümkündür. Fakat bu çekinmesi yüzünden büsbütün körleşip kaldı.

İsa ona gel der, bana sarıl. Ey kör, o yüce sürme bendedir. Körsen bile benim mucizemle aydınlığa ulaşır, can Yusuf’unun gömleğine nail olursun. Sana o sınıklıktan sonra gelen ululukta devlet vardır. O devlet sana yol gösterir. Eli ayağı olmayan devleti terk et a kart eşek, terk et! Pirden başka üstat ve başbuğ olmasın. Fakat yaş bakımından pir değil, doğru yol piri.

Karanlığa tapan, pirin emri altına girdi mi aydınlığı görür. Şart teslim olmaktan ibarettir. Uzun işe girişmek değil. Sapıklıkta koşup yelmenin faydası yoktur. Ben bundan böyle esir yolunu aramam. Pir ararım, pir ararım, pir! Göklerin merdiveni pirdir, ok nereden fırlar, havalanır? Yaydan. O ağır gövdeli Nemrut, İbrahim’in yüzünden gerkes kuşiyle beraber göklere sefer etmedi mi? Bir hayli yücelere çıktı ama herkes bu gökten yukarıya çıkamaz ki. İbrahim ona dedi ki: Ey yolcu er, adamın ben olursam, bana uyarsan, bu sana daha iyidir.

Yücelere çıkmak için beni merdiven edinirsen uçmaksızın gökyüzüne çıkarsın. Hani gönlün ekmeksiz, azıksız şimşek gibi batıdan da doğuya dek gidişi gibi. Hani gün battıktan sonra insanların duygularının geceleyin uykuda şehirleri gezip tozduğu gibi. Hani arifin oturup durduğu halde gizli bir yoldan yüzlerce aleme gittiği gibi. Böyle gidiş mümkün değilse o ilden gelen bu haberler, kimden geliyor öyleyse?

Bu haberlerde bu dosdoğru rivayetlerde yüz binlerce pir ittifak etmiştir. Bu kaynaklarda, öyle zanla kurulmuş bilgilerde olduğu gibi türlü, türlü değil bir tane bile aykırı şey yoktur. O arayış karanlık gecede kıble arayışına benzer. Buysa öyle bir haldir ki gün ortası Kabe de işte orada durup durmada. Kalk ey Nemrut adamları kanat edin. Bu gerkesler, sana merdiven olmaz. Ey zayıf adam, cüzi akıl gerkese benzer, o daima leş yer de öyle uçar.

Abdal’ların aklıysa Cebrail’in kanadı gibidir. Mil ,mil yol alır ta sidre gölgesine uçar. ben padişahın doğanıyım. Güzelim izim kurtlu, ben leşe aldırış bile etmem, gerkes değilim ben. Gergesi bırak, senin adamın ben olayım. Benim bir kanadım yüzlerce gerkesten iyidir. Niceye bir körce at koşturup duracaksın? Sanat için de usta gerek kazanç için de. Kendini Çin ülkesinde rezil etme. Bir akıllı er, ara, ondan ayrılma. O zamanın Eflatunu ne derse ona uy.

Kendine gel, heva ve hevesi bırak, onun dileğince hareket et. Çin ülkesinde herkes inanarak ve kuvvetle padişahımız, anadan doğmamıştır; onun hiçbir oğlu yoktur. Hatta bir kadını bile kendisine yaklaştırmamıştır der. Padişahlar hakkında oğlu kızı vardır diyen, boynunu keskin kılıca eş etmiştir. Padişahsa madem ki der; bu sözü söyledin karım olduğunu ispat et; kızım olduğunu ispat ettin mi keskin kılıcımdan emin olursun. Yahut da şüphe etme ki senin boynunu keserim. Canından hırkanı çeker çıkarırım! Ey yalan dolu sözler söyleyen sen hiçbir suretle başını kılıçtan kurtaramazsın. Ey bilgisizlikten batıl sözler söyleyip duran! Kesik başlarla dolu olan hendeği gör.

Bu gürültü yüzünden dibinden ta ağzına kadar kesik başlarla doludur bu hendek. Bu başların sahipleri hep bu işe giriştiler bu dava yüzünden başlarını verdiler. Kendine gel de ibret gözünü aç, bunları gör, böyle bir davaya girişmeye kalkışma. Kardeş sen bu işe giriştin ama ömrümüzü bize zehir edeceksin. Birisi körlükle ve bilmeden yüzyıl yürürse o aştığı yol, yoldan sayılmaz. Silahsız savaşa gitme. Korkusuzlar gibi tehlikeye atılma.

Kardeşleri bu sözler söylediler ama o sabırsız şehzade dedi ki: Bana bu sözlerden nefret geliyor. Göğüs ateşle dolu bir mangala benziyor. Ekin kemale geldi artık orak zamanı. Gönülde bir sabır vardı, şimdi o da kalmadı. Sabrın yerine aşk gelip oturdu. Aşkın doğduğu gece sabrım öldü. O ölüp gitti. Tanrı sizlere ömür versin. Ey söz dinleyen ben söz söylemeden de geçtim dinlemeden de. Artık soğuk demir dövmeye kalkışma.

Hey gidi hey. Ben baş aşağı gelmişim, ayağımı bırak benim. Nerede benim bedenimin cüzlerinde bir akıllı fikir? Ben deveyim gücüm yettikçe yük çekerim. Düştüm mü kesilmem daha yeğ. Kesik başlarla dolu yüzlerce hendek olsa benim derdime karşı ancak bir eğlencedir bu. Artık ben heva ve heves davulunu korkumdan kilim altında çalmayacağım. Ben artık sahraya bayrak dikeceğim ya başımı vereceğim, ya sevgiliyi göreceğim. O şarabı içmeye layık olmayan boğazın kılıçlarla hançerlerle kesilmesi daha iyi.

Onun vuslatıyla aydınlanmayan gözün ağarması kör olması daha yeğ. Onun sırrına mahrem olmayan kulağı kökünden kopar. O başta hoş görünmez. O cömertliğe sahip olmayan elin kasap satırıyla kırılması daha hoş. Onun yürüyüşüne can vermeyen, onun nerkis bahçesine canla başla gitmeyen ayak yok mu? O çeşit ayağın bukağıya vurulması daha doğrudur. O çeşit ayak nihayet başa dert olur.

Ya bu yolda muradıma erişirim, yahut doğan gibi o yoldan döner yine yurduma gelirim. Belki muradıma erişmem sefere bağlıdır. Seferde bulamaz isem belki de oturduğum yerde bulurum. Sevgiliyi öyle bir arayayım ki onu aramaya lüzum olmadığını bilinceye kadar bu aramadan vazgeçmeyeyim. Zamanenin çevresinde dönüp dolaşmadıkça o beraberlik kulağıma girer mi benim?

Uzun ve uzak yerlere düşmeden bu beraberlik sırrını nasıl anlayabilirim? Tanrı kullarıyla beraber olduğunu anlattı, sonra da bu sırrı gönlün aksetsin, bununla kanaat etmesin, bu sırrı araştırsın diye gönülü mühürledi. Gönül seferlere düştü yollar aştı. Ondan sonra gönüldeki mührü açtı. Hesaptaki iki yanlış gibi hani. O iki yanlıştan sonra hesap aydınlanır, doğrulur ya, tıpkı onun gibi.
Fakat seferden sonra der ki: bu beraberliği bilseydim hiç onu arar mıydım? İyi ama onu anlamak sefere bağlıdır. O anlayış keskin fikirlerle elde edilmez ki. Hani şeyhin borcunun verilmesi de o çocuğun ağlamasına bağlıydı ya. Helvacı çocuk zarı, zarı ağladı da o ulular şeyhinin borcunu ödediler. Bu manevi hikaye bundan önce “Mesnevi” içinde söylendi. Ondan başka bir yerden tamah etmeyesin iye bir yerden gönlüne bir korkudur düşer.

Fakat bu tamaha bir başka fayda verir; o muradın başka bir kimseden meydana gelir. Ey birere sıkıca bağlanan maksadını oradan uman ö yüce ağaçtan meyve elde edeyim diyen! O maksadın oradan olmaz da Tanrı onu başka bir yerden verir. Peki o şeyi sana umduğun taraftan vermeyecekti de neden o tamahı sana verdi? Gönlüne bir hayret gelsin diye bir hikmet bir kudret göstermek için.

Ey fayda dileyen! Muradım acaba nereden meydana gelecek diye gönlün hayran olsun diye. Bu suretle kendi aczini bilgisizliğini bilirsin de gayba olan inanın büsbütün fazlalaşır. Gönlüm de menfaat gelecek yerde hayrete düşer. Acaba bu tamahtan bu ümitten ne hasıl olacak dersin. Terzilikten rızık umarsın, sağ oldukça terzilikle geçinir giderim dersin.

Derken rızkın kuyumculuktan meydana geliverir. Halbuki o vehmine bile gelmemişti senin. Peki, o rızık oradan meydana gelmeyecekti de terziliğe tamahın nedendi? Tanrı bilgisindeki eşsiz örneksiz bir hikmet yüzündendi. Tanrı onu ezelde öyle yazmıştı. Düşüncen şaşırsın, bütün hünerin, işin gücün hayranlıktan ibaret oldun diye Tanrı bu hikmeti halk etti. Acaba sevgilinin vuslatına bu çalışmasıyla mı ererim.

Yoksa bedeni çalışmam olmaksızın başka bir yoldan mı sevgiliye ulaşırım? Maksadıma bu yoldan erişeceğim demem. Yalnız bakalım, isteğim nereden meydana gelecek diye çırpınır dururum. Başı kesilmiş kuş can bedeninden nerede kurtulacak diye her yana koşar çırpınır , çırpınır ya. Ben de ya bu çıkışla muradıma nail olurum, yahut burçlarla süslü gökteki başka bir burçtan muradıma ererim dersin.

Mal ve akara konmuş bir mirasyedi vardı. Konduğu mirasın hepsini yedi, çırçıplak kaldı. Miras malının zaten vefası yoktur. Geçip gider fayda etmez, geçip gider sahibi ondan ayrılıverir. Mirasa konan malın kadrini bilmez çünkü kolay buldu. Dileyip savaşmadı pek o kadar zahmet çekmedi ki. Sana da Tanrı bu canı bedava verdi de o yüzden canının kadrini bilmiyorsun.

Adamın elindeki para da gitti, kumaş da gitti, evler de gitti. Yıkık yerlerde baykuşlar gibi kalakaldı. Dedi ki: Yarabbi mal, mülk ekmek azık verdin, hepsi gitti. Ya lütfet bir geçim ver, yahut da ölümümü yolla. Gönlünden her şey boşalınca yarabbi, yarabbi demeye koyuldu. “ Rabbim beni kurtar, bana yardım et” demeye başladı. Peygamber “ inanan, kamışa benzer” demiştir. İçi boş olunca feryat eder.

Fakat kamışın içi dolu oldu mu çalgıcı onu elinden atar. Sakın dolu olma. Onun elinden gelen zarar da hoştur. Boş olda Tanrı’nın iki parmağı arasında hoş bir hale gel. Çünkü bütün alem yokluk şarabından sarhoştur. O mirasyedinin de azgınlığı gitti, gözlerinden yaş boşandı. Gözyaşları, din mahsulüne su verdi.

Nice ihlas sahibi vardır ki ağlar, sızlar, duasındaki ihlas dumanı da göğe kadar gider. Suçluların sızlanmasından bir öd ağacı kokusu, bu güzelim gök kubbenin ta yücelerine kadar varır. Bunun üzerine melekler Tanrı’ya sızlanmaya başlarlar: Ey her duayı kabul eden, ey sığınılan Tanrı! Sen yabancılara bile ihsanda bulunursun. Her iştah sahibi, dileğini senden diler.

Tanrı buyurur ki: bu onu horlamak için değil. Ona geç ihsan etmem, onun faydasınadır. İhtiyacı onu gafletten ayılttı, bana çevirdi; saçından tuttu, çeke, çeke benim tarafıma getirdi. Dileğini verirsem yine döner, o oyuncağa kapılır gaflete gark olur gider. Gerçi ey sığınılan en düşkünlere yardım eden Tanrı diye gönlü kırık perişan bir halde ağlayıp sızlanmada ama o ağlasın, sızlasın.

Bana onun sesi hoş gelmede. O yarabbi demesi sırlarını söylemesi hoşuma gidiyor. Yalvararak başından geçenleri anlatarak beni her çeşit aldatmada. Dudu kuşlarıyla bülbülleri seslerinin güzelliği yüzünden kafese koyarlar. Fakat kuzgunla baykuşu hiç kafese korlar mı? Güzel seven bir ekmekçinin yanına iki kişi gelse, bir tanesi ihtiyar, bir tanesi de güzel bir delikanlı olsa.

İkisi de ekmek isteseler ekmekçi hemen bir somun kapıp al deri ihtiyara verir. Öbür boyu boyu güzel olana hemencecik ekmek verir mi? Onu geciktirir. Der ki: bir zamancağız bekle hele. Evde taze ekmek pişiriyorlar. O sıcak ekmek bir müddet sonra gelse bile yine hele otur der, helva da gelecek şimdi. Böyle , böyle onu geciktirir, oyalar gizli bir yoldan avlamaya başlar. Benim seninle bir müddet işim var. ey dünya güzeli, bekle hele der. İşte müminlerin iyiden kötüden bir murada hemencecik nail olamamaları iyice bil ki bu yüzdendir.

Mirasyedi, mirası yiyip bitirdi. Yoksullaştı, yarabbi demeye ağlayıp sızlanmaya başladı. Zaten rahmetler saçan bu kapıyı kim dövdü de Tanrı icabet etmedi bu kapı açılıp ona yüzlerce bahar saçılmıştı. Rüya gördü bir hatif ona dedi ki: sen, Mısır’da zengin olacaksın. Yürü Mısır’a git. İşin orada düzelecek. Tanrı niyazını kabul etti. O ricaları kabul eden Tanrıdır. Falan yerde büyük bir define var. onun için ta Mısır’a kadar gitmen gerek.

Ey köhne adam durmadan hemencecik Bağdat’tan kalk, Mısır’a şeker kamışlığına kadar git! Adam, Bağdat’tan kalkıp ta Mısır’a kadar gitti. Mısır’ı görünce sırtı kaşındı. Sıkıntısını gidermek için hatifin vadine ümitlenerek Mısır’a gitti. Hatif falan mahallede falan yerde gömülü pek nadir, pek değerli bir define var demişti. Oraya kadar gitti ama az çok hiçbir geçinecek parası pulu kalmadı. Halktan dilencilik etmeye niyet etti. Fakat yüzü tutmuyor, utanıyordu. Sabretti, üzülüp durdu. Derken yine açlıktan kıvranmaya başladı. Dilencilikten başka bir çaresi kalmadı. Dedi ki: geceleyin yavaş, yavaş çıkarım: karanlıktan görünsem de o suretle dilenirim.

Gece kuşu gibi geceleri Tanrı’ya zikrederim, elbette bir kapıdan yarım dirhem bir şey elde ederim. Bu düşünceyle taraf, taraf gezmeye başladı. Bir zaman utangaçlığı mevki mani oluyor, bir zaman da açlık, kendisine hadi iste diyordu. Gecenin üçte biri geçinceye kadar isteyeyim mi yoksa dudaklarım kuru bir halde uyuyayım mı? Diye bir ayağını ileri atmada bir ayağını geriye çekmedeydi.

Ansızın o adamı sokakta bekçi yakaladı. Dayanamadı, bir hayli yumrukladı, sopayla dövdü. O karanlık gecelerde halk hırsızlardan çok zarar görmüştü. bekçi o korkunç ve menhus gecelerde hırsızları iyiden iyiye araştırmadaydı. Halife geceleyin kimi sokaklarda dolaşıyor görürseniz benin adamlarından, akrabalarımdan bile olsa yakalayıp elini kesin demişti.

Padişah bekçiyi iyice tehdit etmiş, neden demişti,hırsızlara böyle merhamet etmektesiniz? Neden onların yalarına kanıyorsunuz, yahut neden onlardan rüşvet alıyorsunuz? Hırsızlara ve her menhus adama acımak zayıfları vurmak ve onlara merhamet etmektedir. Kendine gel de bu sıkıntı yüzünden öç almadan vazgeçme. O sıkıntıya o eziyete pek bakmada umumimi sıkıntıyı umumi eziyeti gör.

Şerri defetmek için ısırılan parmağı kes at. Bedeninin helak olacağına zulme uğrayacağına bak. Tesadüf bu ya o günlerde hırsızlar pek çoğalmıştı. Pişkin, ham bir çok hırsız belirmişti. İşte bekçi o adamı böyle bir zamanda yakalamış. Sayısız kötek atmış, sopayla iyice dövmüştü. O yoksul dövme doğruyu söyleyeceğim diye bar, bar bağırmaya başlamıştı. Bekçi dedi ki. Peki mühlet verdim söyle ne hileye çattın bakalım?

Divan ehli, bekçiyi kınamışlar, neden hırsızlar bu zaman çoğaldılar? Bu çokluk senin ve senin gibilerin yüzünden. Önce çirkin ve pis arkadaşlarını göster. Yoksa hepsinin öcünü senden alırız. Bu suretle her mal sahibinin altını da emin olsun demişlerdi. Adam ağız dolusu yeminlerden sonra ben ne ev yakan birisiyim ne yankesici. Ben ne hırsızım ne zalim. Ben Mısır’da garip bir Bağdatlıyım dedi.

Rüyasını, rüyada hatifin kendisine bir define haber verdiğini söyledi. Bekçinin gönlü rahatlaştı, adamın doğru söylediğini anladı. Yemininden doğruluk kokusu gelmekteydi. Sözünden, içinin çörekotu gibi yandığı anlaşılıyordu. Gönül doğru sözden huzur ve sükun bulut susuzun suyla hararetini teskin etmesi gibi. Ancak bir illete tutulmuş olan mahcup gönül doğruyu anlamaz. O peygamberlerle ahmak bir adamı bile ayırt edemez. Yoksa mahallinden kopup gelen o haber aya bile gelse onu ikiye böler. Ay ikiye bölünür de o hicap altında kalmış gönül bölünmez. Çünkü o sevgili değildir. Onu tanrı reddetmiştir. Bekçinin gözleri yaşardı, bir kaynak oldu adeta.

Fakat kuru sözden değil, gönül korkusundan. Bir söz cehennemden kopar, adamın dudağına kadar gelir. Bir söz de can şehrinden kopar, dudağa gelir. Bu dudak cana canlar katan denizle eziyetler zahmetler denizi arasında bir berzahtır. Şehirlerdeki köylü pazarına benzer adeta. Etraftan alışveriş için hep oraya gelirler. Kusurlu kumaşla adamın kesesini berbat eden kalp akça ve inci gibi değerli ve pahalı kumaş, hep oradadır.

Bir köylü pazarından kim daha ziyade ticaretten anlar, geçer kalp akçayı görür, tanırsa kar eder. Köylü pazarı bu çeşit adama kar yeri olur. Başkasına da körlüğü yüzünden suç ve zarar yeridir. Alem cüzülerinden her biri teker, teker aptala düğümdür, ustaya düğüm açmak. Birine şekerdir, öbürüne zehir. Birine lütuftur. Öbürüne kahır.

Her cansız şey, peygambere hikayeler söyler. Kabe hacıya tanıklık eder, söz söyler. Mescit de namaz kılana tanıklık verir, ta uzak yollardan bana gelirdi der. Ateş, Halil’e gül ve reyhan kesilir. Nemrud ’a uyanlaraysa ölümdür derttir. A güzelim bunu defalarca söyledim, fakat söylemeye doyamıyorum ki. Solup sararmamak için defalarca ekmek yedin işte bu hep ekmek. Nasıl olur da usanmazsın?

Mizacındaki itidal yüzünden yine acıkırsın. Bu açlıkla da senin hazımsızlığın yanar gider. Kimde açlık derdi varsa bedeninin her cüzü diğer cüzüyle bağdaşır yenileşir. Lezzet açlıktan gelir, yeni bir yemekten değil. Açlıkla yenen arpa ekmeği, şekerden lezzetlidir. O usangaçlık da sözün tekrarından değildir, aç olmadan ve hazımsızlıktandır.

Dükkandan baç, ve haraç almadan dedikodudan halkı aldatmadan usanmazsın. Altmış yıl gıybette bulunsan, insanların etini yesen yine doymazsın. Kadınları avlamak için işvelerde bulunursu. Defalarca güzel sözler söylersin de bir türlü usanç gelmez. Son söylediğin sözü, ondan öncekinden daha yanarak, daha çevik bir halde ilk söylediğinden yüzlerce daha hararetli olarak söylersin.

Dert eski ilacı yeniler. Dert her usanmış bezmiş dalı kırar. Eskileri yenileyen kimya derttir. Nerede dert varsa orada usanç ne gezer? Kendine gel de usançtan soğuk,soğuk ah etme. Dert ara, dert ara, dert ara dert! Abes ilaçlar, derde dermen aramak için hile düzerler. Yol kesicilerdir baç diye para almaya kalkışırlar. Acı su içildiği zaman soğuktur, hoş gelir ama susuzluğu kesmez. Yalnız bir hiledir düzer, yüzlerce yeşillik bitiren tatlı suyu araştırmaya mani olur.

Her kalp altın da tıpkı bunun gibi nerede iyi ve güzel altın varsa onu araştırmaya mani kesilir. ey mürit senin muradın benim, beni al diye hileyle kolunu kanadını keser. Senin derdini ben çekerim der ama o dert değildir, tortudur. Görünüşte sana tabidir ama hakikatte seni alt eder. Yürü yalancı dermandan kaç da derdin, sana derman olsun, iyileşsin, miskler saçsın. Bekçi evet sen ne hırsızsın ne kötü bir adam. İyi bir adamsın ama aptalsın, ahmaksın.

Bir rüyaya inanmış bir hayale kapılmış bu kadar yol aşıp buralara gelmişsin. Aklın yok galiba. Ben yıllardır bir teviye Bağdat’ta bir define var filan yerde filan mahallede gömülüdür. Diye görürüm. Der demez adam kendine geldi. çünkü bekçi kendisinin mahallesini söylüyordu. Bekçi sözüne devam etti. Yürü derler filanın evinde o define. Adam büsbütün ayıldı.

Çünkü o düşman kendisinin evini ve adını söylemekteydi. Bekçi söylüyordu: ben defalarca bu rüyayı gördüm Bağdat’ta böyle bir define var dediler de bu hayale kapılıp yerimden bile kıpırdamadım. Sense hiç usanmadan bir rüyaya kapılıp buralara kadar geliyorsun. Ahmak adamın rüyası da aklınca olur. Aklı gibidir değersizdir bir şeye yaramaz. Bil ki aklı ve ruhu da zayıf olduğu için kadının rüyası erkeğin rüyasında daha aşağıdır daha değersizdir.

Aklı kıt ve ahmak adamın rüyasında bir kıymet olmaz. Akılsızlıktan ne çıkar yel gibi bir rüya. Adam kendi kendine define evindeymiş de neden yoksulluktan feryad ederim. Definenin başında ne kadar gaflet içindeymişim ne kadar da perde ardındaymışım gözüm örtülüymüş dedi. Bu muştuluktan sarhoş oldu, derdi kalmadı. Dilsiz dudaksız yüz binlerce hamd okudu.

İçinden nasibine ermek için bu sıkıntıya uğramak lazımmış halbuki abıhayat benim meyhanemdeymiş. Yürü ben yüce bir nimete nail oldum kendimi müflis sanıyordum. O körlüğe rağmen bu nimeti buldum. İster bana ahmak de ister aşağılık bir adam o define benim oldu ya sen dilediğini söyle. Ben şüphesiz olarak muradımı gördüm. A kötü ağızlı sen ne istersen söyle. Ey ulu er sen bana dertli de. Sence dertliyim ama kendimce hoşum ben eğer bu iş aksine olsaydı da sana gül bahçesi bana hor hakir bir yer kesilseydi vay bana.

Yorumlar

Peter Petrelli dedi ki…
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Adsız dedi ki…
9DOKUZ kardeş,
Dediğinizi tam olarak anlamadım. Neyi anlatmak istediniz acaba? Biraz açar mısınız?

Bu blogdaki popüler yayınlar

hikaye113

hikaye61

Hz.Mevlana'dan Bir Dua